17 Mayıs 2015 Pazar

Mektup 1

Nasıl bir evde yaşıyorsun?

Ben, uzun zamandır bu çatı katına sıkışıp kaldım. İçerisinde "biz" devrinden kalan eski eşaların ve küçücük bir pencereden görebildiğim o kocaman dünyanın ortasında yalnız başıma  yaşamaya öylesine alıştım ki, en son ne zaman bir ziyaretçim olduğunu dahi hatırlamıyorum. Gerçi hatırlasam ne olacak ! Senin arkadaşların, o gülümseyen yüzündeki büyüyü benim mânasız ve alkol kokan zoraki dudak kıpırdatmama değişecek değillerdi. Benim arkadaşlarımın nasıl da birer birer hayatımdan koptuğunu ise anlatıp zaten bir  anlam ifade etmeyen zamanımı daha da israf edecek değilim.

Hâlimden memnun değilim desem, yalan olur.Sonuçta en sevdiğim şeylerden olan sessizliğe ve özgürce yaşama ve ölme hakkına sahibim. İstediğim kadar eski filmleri izleyip, rahat  rahat gitarımı çalabiliyorum.Benim kolumdan tutup kendi zamanına ve düşüncesizliğine atacak bir "sen" yok. Tek sıkıntım; bu yalnızlığın sonucunda oluşan sosyal fobiler. Sokakta elli metre yürüdükten sonra kalp atışlarım hızlanıyor. Sanki dikkat etmediğim her adımın sonucu bir insana çarpmakla sonuçlanacak ve zaten iyiden iyiye azalan aidiyet duygum tek bir yumrukla tamamen bitecek gibi hissediyorum. Aslında yakın zamanda bu korkudan kurtulup, mis gibi geçmiş zaman hallerime kavuşmak için evde çalışma işini bırakmıştım.Sonra da seninle hiç gidemediğimiz o rock barların birinde garson olarak işe girmiştim.


Garsonluk işi beklediğimden iyi geçiyordu. Tabii aylık kazancım evde, bilgisayarda birkaç günde kazandığım paranın yanında bir anlam ifade etmiyordu, ama en azından tekrar insanlarla olmaktan zevk alabilme ihtimali doğuran bir işte çalışmak en iyimser deyimle... keyif veriyordu.Suratsız bir eleman olarak iyi bahşiş almamı sağlayan şey sanırım uzun boyumdu. Mekana ilk defa gelenler hep bir şaşkınlıkla yukarıya doğru bakıyor ve gelen karışımların içindeki alkol miktarının azlığından şikayet etmekten vazgeçiyordu. Sık sık gelen insanlar ise yavaştan muhabbet kurmaya başladıklarında o ilk izlenimdeki kötü ön yargılarının yok olmasından keyif alıyorlardı. Bu sohbetlerden zaman zaman hoşnutsuzluğumu belirtip kaçsam da kendime yakın bir kaç kişiyi bulmuşluğum da oldu.

Mesela Aziz. Bir sıkıntısı olduğu açıktı. Aynada kendime baktığımda gördüğüm bakışlara çok benzeyen bir  ifadesi vardı Aziz'in. Genellikle konuşmasa da ara ara ,"Eskilerden birşeyler çalsanıza," diye başlattığı bir sohbetin içinde kalabiliyordum. Bu konuşmalarımızın birisinde O'na derdinin ne olduğunu sormuş, karşılığında ise sadece bir fotoğraf görebilmiştim. Fotoğrafta karanlık bir sokak arasında sarı montlu bir siluet ve garip bakışlı bir  kedi vardı. 

"Bu fotoğrafı çeken kadının arıyorum," demişti sonradan. Bu Aziz'den duyduğum son sözler olmuştu. Karşı masadan müşteri el sallayınca bir şey söyleyemeden onun yanından ayrılmıştım. Aziz bir hafta boyunca gelmeyince, artık hiç gelmeyeceğini anladım. Bazen hala düşünürüm, eğer orada bir süre daha durabilseydim, birilerinin masasına fıstık götüren adam değil de Aziz'in arkadaşı olabilseydim yardımcı olabilir miydim ?

Bu düşünceler, rahatlamaya başlayan zihnimi yeniden bir çelişkiye soktuğu zaman artık o işte devam edemeyeceğimi anladım.

Kendimi mum ışığının bile gün ışığı gibi aydınlatabildiği bu çatı katına yeniden hapsettiğimde, bu mektupları yazmak aklımda yoktu. Ama şimdi, bir şeyler değişecekti ve bunları ilk önce senin öğrenmeni istedim.


Hiç yorum yok:

sana bakıyorum

yine toplamışsın kara bulutları üzerine kaçışacak hepsi aslında bir savursan eteğini yine biriktirmeye başlamışsın yağmurları gözlerinde kap...