Tarih boyunca özgürlükle ilgili pek çok düşünce öne sürülmüştür. Örneğin: Alexis de Tocqueville: "Özgürlük, her şeyden önce özgür düşünebilme yeteneğidir." diyerek özgürlüğün bir yetenek olduğunu söylerken, J. Locke özgürlüğün bir hak olduğunu ileri sürmüştür. Bu kavramın kafa karıştırıcılığı öylesine yoğundur ki nihilist filozof F. Nietzsche bile "Özgürlük, başkalarının özgürlüğü ile sınırlandığında anlam kazanır." diyerek özgürlüğün bir sınırı olduğunu dile getirme gafletine düşebilmiştir. Bunun neden bir gaflet olduğunu yazımın ilerleyen kısımlarında daha detaylı anlatmayı uygun buluyorum. Varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre'a göre ise insanın özgürlüğe mahkumdur ve yaptığı her şeyden sorumludur. Sıradan insanlara göre ise özgürlük genellikle kendi işine gücüne bakıp başkalarının hayatlarına burnunu sokmadığın sürece istediğini yapabilme düşüncesinin bir kaç farklı varyasyonundan oluşur.
Özgürlüğü bu söylemlerin hiç birinin karşıladığını düşünmüyorum. Özgürlük ne bir yetenektir ne de sınırları olan bir hareket durumu. Özgürlükle ilgili düşüncelerimin temelini anlatabilmek için öncelikle bilimden yardım almam gerekiyor. Günümüzdeki bilimsel gelişmeler sayesinde DNA ve insan hayatına etkileri hakkında oldukça önemli bilgilere sahibiz. Genetik kodlarımızla göz rengimizden, ilaçlara nasıl tepki vereceğimize kadar her şey insanın kendi varlığının farkına varmadan belirlenmiş oluyor. Fizyolojik ve psikolojik pek çok rahatsızlığa yatkınlığın temelinde DNA'mıza yazılan kodların etkili olduğu bugün tartışmaya kapalı bir gerçek. Peki bizi bu kadar etkileyen bu kodların bir noktasında özgürlük algımızın da olması sizce çok mu uçuk bir teori olacaktır? Hiç sanmıyorum. Görüşlerimin pek öne çıkmayacak ancak sağlam kalmasını sağlayacak bölümünü yani temelini işte bu görüşe dayandırıyorum.
Özgürlük genetik bir olgudur. Bunu cinsiyetle aynı kefeye koymanızda bir sakınca yok emin olun. Nasıl her insan bir cinsiyet ve o cinsiyetin gerektirdiği biyolojik ekipmanlarla doğarsa (nadir genetik rahatsızlıklar hariç) aynı şekilde özgürlük kavramıyla da doğar. Bir erkeğin ve bir kadının kendisine biçilen roller dahilinde davranması toplumun onları sürüklediği bir yolun sonucu mudur yoksa kendi tabiatları mı toplumu şeklillendirmiş ve ötesinde bu şekillenmenin sınırlarını mı belirlemiştir? Gelin öncelikle bu sorunun cevabını arayalım. Böylelikle temelini attığımız düşünce binasının giriş katını tamamlayabiliriz.
Modern dünya üzerinde süregelen tüm tartışmaları bir kenara bırakırsak insan denilen varlığın iki cinsiyete ayrıldığı bir gerçektir. Aynı anda dünyaya gelen bir erkek bir de kız bebeği düşünelim. Bu iki bebek birbirlerinden ayrışmaya anne karnında başlamıştır. Genetik yapıları, kromozomları farklılıkları, fizyolojik yapıları doğduklarında beklenilen şekilde karşılanmalarına zemin hazırlamıştır. Eline sağlıklı bir kız veya erkek bebek alan doktor herhangi bir şaşkınlık geçirmez ancak doktorun, cinsel organı alnında çıkmış bir bebeği kucağına aldığında vereceği tepkiyi az çok hepiniz tahmin edersiniz. İşte evrimsel olarak sevilmeye, bakıma ihtiyaç duyan bir canlı olan "bebek" herhangi bir mutasyon geçirmediyse olması gerektiği haliyle doğar ve ailesi tarafından kabullenilir. Şimdi bunu davranış bağlamında değerlendirelim. Bir kız çocuğunun kız çocuk rolüne uygun davranması toplumun etkisinden ötürü müdür yoksa evrimsel süreç nasıl onu (ve diğer tüm yeni doğan canlıları) "sevimli" bir halde dünyaya gelmeye ittiyse bu davranışlarının sebebi de evrimsel bir yapının sonucu mudur? Ben ikinci seçeneğin daha akla yatkın olduğu kanaatindeyim. Şöyle ki insanı bir hediye paketi gibi düşünürsek (bu paketi ister Tanrı'nın ister evrimsel sürecin hazırladığını düşünün) bu hediyeyi alan insan önce onu kabul etmeli, pembe renkten nefret eden "maskülen" bir erkeğe bir gün kargoyla pembe, çeşit çeşit sevimli çıkartmalarla süslü bir hediye paketi geldiğini düşünelim. İlk tepkisi bu hediyeyi reddetmek olacaktır. Belki arkadaşları ona şaka yapmıştır, belki de eski sevgilisi onun cinsel yetersizliğiyle dalga geçmek için böyle bir paket göndermiştir kim bilir? Bu paranoyak düşünceleri atlatmak bir insan için zordur. Neyse kabullenilmek, yani hediye paketini insanın doğduğu zamanki hali olarak düşünebiliriz. Sonra da tabii içeriği geliyor. Bu pembe, süslü paketi sevinçle kabul edecek bir ebeveyn hediye paketinin içeriğinin de tabii ki kendi zevkine hitap etmesini bekler. Şimdi soruya geçelim sizce Tanrı ya da evrim doğru hediyeyi yanlış paketle gönderecek kadar akılsız olabilir mi?
Tabii ki olamaz! Bakın şakacı demedim, ikisinin de espri anlayışı olduğunu düşünmüyorum ki dikkat ederseniz o yüzden ikisinin de en ateşli savunucuları genelde suratsız tipler olurlar. Hayır burada bir hata veya espri söz konusu yok. Paket ve içeriği uyumlu olacak ki insan ya Tanrı'ya kulluk etme görevini devam ettirebilsin ya da evrimsel olarak başladığı yaşama devam edebilsin! O halde biz, toplumun bize verdiği cinsiyet rollerini yerine getirmiyoruz aksine bu rolleri biz yazıyoruz, peki bizi bu yazıya nokta koyup kısıtlamaya iten şey ne? Neden bir kamyon şoförü deyince aklımıza erkek, bir hemşire deyince aklımıza kadın gelir? Bir noktada kendi içsel doğamız kendimizi koruyor olabilir mi? Biz, insan denilen varlık, bakıma muhtacız. Bu muhtaçlık içimize öylesine işlemiştir ki ne kadar yaş alırsak alalım sevgi duygusundan mahrum kalmak sıradan insanın olduğu kadar kendisini en "sıra dışı" olarak tanımlayan insanların bile aslında korkulu rüyasıdır. (Bunu tabii ki bilimsel bir veriyle açıklamayı planlamıyorum kendinize karşı dürüst olmanız bu söylemlerinin doğruluğu hakkında size bir fikir verecektir.) İşte, sevgiye, ilgiye vb.. muhtaç varlıklar olarak biz doğduğumuz andan itibaren nasıl fizyolojik olarak bir cinsiyet temelinde varoluş gösteriyorsak özümüz itibariyle de bu role uygun davranışlar sergiliyoruz...Cümlemin bittiği noktada -ee herkes böyle olmuyor ki bir kız olarak doğan ancak erkeksi davranışlar sergileyen, erkek olarak doğduğu halde bedenini kabullenemeyen ve hemcinsine ilgi duyan insanlar da var- dediyseniz sizi tebrik ederim! Sonunda anlatmak istediğim esas konuya gelebildik ve bu sorduğunuz soru / sorgulama yetiniz gelecek cümlelerimi anlamlandırmanızda oldukça işe yarayacak.
Evet, insanların yüzde olarak çoğunluğu doğduğu cinsiyetin rollerine uygun davranıyor ve ilişkilerini de bu çerçevede yaşıyor. Ancak dünya var olduğundan beri kendisini doğduğu cinse ait hissetmeyen insanlar da hiç azımsanacak bir yüzdede değiller. Şimdi bu cümleyi bir de özgürlük kapsamında tekrar oluşturalım.
Evet, insanların yüzde olarak çoğunluğu özgürlük kavramına düşkün olarak yaşıyor ve özgürlüğünü kısıtlayıcı durumlara karşı saldırganlaşabiliyor. Muhtaçlık döneminde (0-2 yaş) bu özgürlüğünü bağımlılıkları yüzünden kaybeden insan (memeye bağımlılık, ilgiye bağımlılık vs..) daha sonra bu bağımlılıklarından kopartıldıkça ve özgürlüğünü hatırlayınca bu sefer bir inat ve hırçınlık dönemine girer. Empati yoksunluğu ile birleşen bu davranışlar aslında çocuğun doğduğu anda tadına bir an bakıp terk etmek zorunda kaldığı özgürlük duygusuna uzun süre sonra kavuştuktan sonra geçirdiği coşkunun tezahüründen başka bir şey değildir! Hayatın iniş çıkışları arasında tabii ki insanın özgürlüğe karşı yakınlaşıp uzaklaştığı anlar da olmalıydı. İlkokula başladığında utanma ve aile beklentileriyle özgürlüğünden vaz geçip okuluna giden bir çocuğun ergenlik döneminde artan hormonlarıyla özgürlüğüne daha düşkün olması şaşırtıcı mı gerçekten? Hormonlar, cinsiyet ve cinselliğin tekrar keşfi, özgürlük... Bakın yine bir çakışma yaşıyoruz. Emin olun bunu bilerek yapmıyorum, gerçeklerin beni sürdüğü yolda diğer gerçeklerle buluşmanın sürpriz olmayan bir sonucundan başka bir şey değil
Evet az önce itiraz ettiğiniz olguya gelelim. İnsanların doğdukları cinsiyete ait hissetmemesi. Peki aynı durumun özgürlük hissi için de olduğunu iddia etsem? Özgürlüğünden vazgeçip hayatını başka kişilere, topluluklara, semavi varlıklara adayan insanların sayısının da ne kadar çok olduğunu bir düşünün. Bir tarikat üyesi ömrünü şeyhinin dizinin dibinde ve onun emirlerine uyarak geçirebilir üstelik bu onu mutlu eder. Özgürlük onun için bir serbestlik değil bir bağlanma durumudur ancak işin özünde o mürit ne olduğunu asla anlamadığı özgürlüğü tamamen terk etmiştir. Şimdi de bir askeri düşünelim, çoğu insan emir almaktan ölesiye nefret ederken askerler ömürlerini emir alıp emir vermeye bir anlamda özgür davranıştan kendisini ve diğer insanları men ederek geçirir. Bunu öylesine benimser ki meslekten emekli olduğunda bile bu davranışları sürdürmeye devam etmek için elinden geleni yapar. Bir mürit ve bir asker mutluluğu özgürlükte bulamaz, aksine özgür kaldıklarında ne yapacaklarını bilemez ve depresyona girerler. Peki bu normal mi? Benim görüşüme göre bu durum ancak bir insanın eşcinsel olması kadar doğal ve normal bir durumdur. Bir grup ötekileştirilip toplum dışına itilirken diğer grubun üyelerinin çevrelerinde oldukça büyük bir saygı görmesi? İşte benim aklımın almadığı durum bu. Özgürlük hissinin bir reddiyesi olmadığının bunun genetik bir zorunluluk ve yokluk hissine karşı arzunun yapısal bir bozukluk olduğunu düşünüyorum. Özgürlük istenilen bir şey değil doğuştan getirilen bir durumdur ve sağlıklıdır. Bugün özgürlük ve daha çok özgürlük peşinde olan insanlar sayesinde toplum gelişmiş, büyümüştür ancak özgürlüğe karşı olanlar ise toplumların çöküşünü hazırlamakta ve dengeleri alt üst etmektedirler.